12 Aralık 2015 Cumartesi

Büyük Birlik Partisi (BBP) Osmaniye İl Teşkilatı, merhum genel başkan Muhsin Yazıcıoğlu için anma programı düzenledi.

Muhsin Yazıcıoğlu Osmaniye'de anıldı
Büyük Birlik Partisi (BBP) Osmaniye İl Teşkilatı, merhum genel başkan Muhsin Yazıcıoğlu için anma programı düzenledi.
Ahmet Şekip Ersoy Kültür Merkezi'nde düzenlenen programa eski BBP milletvekili Ökkeş Şendiller ile gazeteci-yazar Sıdık Demir katıldı.
Saygı duruşu, İstiklal Marşı ve Kur'an-ı Kerim okunmasıyla başlayan programda açılış konuşmasını Büyük Birlik Partisi İl Başkanı İsmail Gümüş yaptı.
Merhum Genel Başkanları Muhsin Yazıcıoğlu'nun siyasi hayatında her zaman ideallerini ön plana aldığını kaydeden İsmail Gümüş, 28 Şubat sürecinde söylemiş olduğu 'Millete yönelen namluya selam durmam' sözünün siyaset litarütürüne girdiğine dikkat çekti.
Yazıcıoğlu'nun siyaset yaparken temiz kaldığına değinen İsmail Gümüş, "Türkiye onun pek çok yiğitliğine şahit olmuştur. O, ölümü ayakta karşıladı. Kendisine yakışır bir şekilde davası yolunda vefat etti. O, her zaman ve her şartta 'hakkı tutup' kaldıran, bu toprağın değerleriyle hemhal olan, mertliği ve cesareti ile tanınan, zalimlerin karşısında hiç eğilmeyen, korkusuz bir vatan evladı, yiğit bir Anadolu delikanlısıydı. Ruhu şad olsun. Arkasından gözyaşı döken yüz binlere hayatı ve ölümü ibret, mekanı cennet olsun" şeklinde konuştu.
Daha sonra ise gazeteci-yazar Sıdık Demir, Yazıcıoğlu'nun hayatından kesitler sundu.
Büyük Birlik Parti eski milletvekili Ökkeş Şendiller ise Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının yaşamış olduğu kazaya hiçbir vicdanın inanmadığını söyledi.
Kaza konusunda doğruları bulmanın onu sevenlerin birinci vazifesi olduğuna dikkat çeken Ökkeş Şendiller, "Ben ne siyasi iktidara ne de devlete bu konuda bir teşekkür mecburiyetimizin olmadığına inanıyorum. Çünkü işi sadece duygusal tarafına getirip örf pas etmeye çalışanların ekmeğine yağ sürmeye de hiç kimsenin hakkı yoktur. Yazıcıoğlu'nun yerinde başka birisi olsaydı arama kurtarma böyle olmazdı. Bu tür operasyonlarda A,B,C planı olur. Arama tam bir rezalete dönüşmüştür. Belki de devlet karışmasa, engel olmasaydı, köylüler ve korucular olay yerine kısa sürede ulaşabilirlerdi."dedi.
Aradan geçen bir yılda Yazıcoğlu'nun vefatı ile ilgili bir karınca boyu kadar bile adım atılamadığını savunan Şendiller, "Kur'an'ın 'Her canlı ölümü tadacaktır' emrine boynumuz kıldan incedir. Geçtiğimiz günlerde Alperenlerin Muhsin Yazıcıoğlu olayı ile ilgili 'ne oldu, ne yaptınız' diyerek yürümesi ile birlikte Ankara polisi jopu ile Alperenler'e saldırdı. Biz Ankara'da İmralı'da 30 bin kişinin katili için yürüdüklerinde bile polisin bu kadar gaddar davranmadığını görüyoruz. Var mı böyle bir şey? Bizler, Yazıcıoğlu için hakkında yerini bulması, adaletin yerini bulması için çaba harcıyoruz. Bizim milletimizin genlerinde olan bir şey var. İnsanların kıymetini öldükten sonra daha çok anlıyoruz. Bizler Allah'a 'üzerinize düşeni neden yapmadınız' diye sorumluyuz. Ölümünün ardından bütün siyasi partilerin çalışmalarını durdurması, bütün kurumların, fikir öncülerinin büyük bir gayret içerisinde olmalarından dolayı teşekkür ediyoruz. Muhsin Yazıcıoğlu neden hedef olabilir? Çünkü o, ulaşabildiği herkesin adeta yardımına koşardı, balkanlarda, Kafkaslarda kısaca nerede bir mazlum varsa onların takipçisi olurdu." şeklinde konuştu.

EN UZUN GÜN; Veysi ERKEN - Gün uzar mı? Gün asra bedel olur mu?..

EN UZUN GÜN
Veysi ERKEN
Gün uzar mı?
Gün asra bedel olur mu?
Evet; gün bazen uzar insanın zihninde ve rüyasında.
İştiyakla beklediğiniz bir haber için vakit geçmez, saniyeler saatlere dönüşür. Gün uzar asra bedel olur. Tıpkı şehzade Alâeddin’in günlerinin ve asra bedel olduğu gibi.
Şehzade Alâeddin bir gün rüyasında Ashabı-ı Kehf’ten Yemliha'yı görür ve saltanatla müjdelenir. Bu rüya Alâeddin için bir başlangıç olur. O artık uzun günü yaşayanların hayatını ve mekânlarını keşfetme derdindedir.
Rüyasını gerçeğe dönüştürmek için önce müjdelendiği saltanata kavuşması gerekir. Saltanat kolayca elde edilen ve korunan bir makam değildir. Uğrunda nice entrikaların çevrildiği bir makamdır saltanat.
Uzun bir zaman sonra cenabı Allah saltanatı Alâeddin’e müyesser kılar. Artık o sultandır ve ahdini yerine getirme derdindedir.
En uzun günü yaşayan Ashab-ı Kehfi’in mekânlarını keşf ve ihya etmek, bir nevi rüyasında saltanatını müjdeleyen Yemliha’ya kavuşmak onun yegâne arzusudur.
Heyetler oluşturur ve yola çıkartır sultan Alâeddin. Bir heyette bizzat kendisi yer alır.
Heyetlerden biri Efes’e diğeri Tarsus’a, üçüncüsü Maraş ilinin Efsus denilen köyüne gider. Heyetler araştırmalarını ve çalışmalarını Kur’an ayetlerine ve bölgelerin kültürlerine göre gerçekleştirir ve ortak bir toplantıda elde edilen verileri tartışır.
Sonuç.
Efsus yedi uyurların mekânı biçiminde tecelli eder.
Sultan Alâeddin sözünde durmuş ve Yemliha'nın mekânına ulaşmıştır. Sıra Kur’an-ı Kerimin ifadesiyle üç yüz dokuz yıl uyutulan müminlerin mekânını ihya ve inşa gelmiştir.
Ki, ibretlik hayat hikâyeleri nesillere boyu aktarılsın ve müminler zalimlere boyun eğmesin.
En uzun günü yaşayan Ashab-ı kehf bilinmeli ve mücadeleleri genç nesillere aktarılmalı.
İşte bu yönde bir çaba sarf etmiştir Sıddık Demir.
“En Uzun Gün” yedi uyurları günümüze taşıma gayretinde olan Sıddık Demir’in çalışması.
Belgesel roman olarak kaleme alınmış “En Uzun Gün”.
Kitap bir rüya ile başlıyor ve yedi uyurların medfun oldukları mekânın tespitiyle bitiyor.
Anlatıma göre şehzade Alâeddin sürgünde iken bir rüya görür ve saltanatla müjdelenir. Rüyasına giren ve saltanatını müjdeleyen Yemliha’ya karşı bir vefa duygusuna kapılır.
Rüyasını etraftan gizler ve ilahi tecellileri bekler.
Gün olur saltanat nasip olur şehzade Alâeddin’e.
Bu olayların genç nesillere anlayabilecekleri bir dil ile aktarılması gerekir.
Sıddık Demir bu gayretin içindedir.
Dünü günümüze aktarmak ve gençlerin idraklerine nakşetmek.
Bir edebi tür olan roman ile gerçekliği olan veya olmayan olaylar anlatılır. Sıddık Demir bu romanında gerçekliği olanı tercih etmiş.
Ashab-ı Kehf ve şehzade Alâeddin’in saltanatı bir gerçekliktir. Bu iki gerçeklik romanın temel konusu olmuş ve Maraş ilimizin Afşin ilçesindeki Ashab-ı Kehf mekânının yedi uyurlara ait olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
Faydalı bir çalışma.
Umulur ki, eksiklikleri giderilir ve yeni nesillerin daha çok istifadesine sunulur.
Nesillerimiz geçmişimizden kopmuş ve kuşaklara dönüşmüştür.
“En uzun Gün” gibi çalışmalar nesillerin değerleriyle buluşmalarını sağlar.
Haydi değerlerin keşfine ve “En Uzun Gün”ü okumaya.
Selam ve sabırla…

Elmadağ Sağlık Meslek Lisesi ve Okulumuzun Kurucu Müdürü Sıddık DEMİR; Hüseyin OMAÇ

Elmadağ  Sağlık Meslek Lisesi ve Okulumuzun Kurucu Müdürü Sıddık DEMİR
Hüseyin OMAÇ
Okulumuz Elmadağ  Sağlık Meslek Lisesi ismiyle 1990 yılında  Eğitim ve Öğretime açılmıştır. Okulun kurucu müdürü Sıddık DEMİR’dir
Okulun kendine ait binası olmadığı için,1990 yılından  1992 yılına kadar Elmadağ Lisesinin bir katında Eğitimini sürdürmüştür. 1992 yılından 2001 yılı başına kadar eğitim ve öğretimini Elmadağ Yaşar Doğu İlköğretim Okulunun alt katında eğitim-öğretim yapmıştır. 2001 yılında Tatlıca Mahallesindeki Sağlık Bakanlığı’nca yaptırılan yeni binasına taşınmıştır.
2007-2008 eğitim öğretim yılında okulumuza ait binanın Ankara Üniversitesi Meslek Yüksek Okuluna verilmesi üzerine,Cumhuriyet Caddesi No:67 adresinde bulunan Cumhuriyet İlköğretim okulunun eski binasına taşınmış ve halen bu binada eğitim öğretime devam etmektedir.
Okul,zemin + 1 kat,3 idari oda,6 derslik,1 bilişim teknolojileri sınıfı,1 teknik oda,arşiv,kütüphane,depo ve öğretmenler odasından oluşmaktadır.
Okul, Sağlık Memurluğu Bölümü ile eğitim öğretime açılmış olup , ilk mezunlarını 1994 yılında vermiştir.Bu bölümden 164 öğrenci mezun olmuştur.
1999 yılından 2003 yılına kadar Çevre Sağlığı Teknisyenliği bölümüne dönüşmüş ve Çevre Sağlığı Teknisyeni olarak 46 öğrenci ve Acil Tıp Teknisyenliği bölümünden 202 öğrenci mezun vermiştir. Bu güne kadar toplamda 542 öğrenci mezun edilmiştir.
Bu gün itibariyle okulumuzda Hemşirelik ve Acil Tıp Teknisyenliği bölümleri mevcuttur.
Okulumuzda sırasıyla Sıddık DEMİR, Halil POLAT, Gülten KAPLAN, Ömer KARABULUT ve Metin AKSOY okul müdürü olarak görev yapmıştır, halen okul müdürü Hüseyin OMAÇ’tır.
2011-2012 Eğt.-Öğrt. Yılı'nda okulumuzun ATT Bölümü'nden 16 erkek, 8 kız;Hemşirelik Bölümü'nden 4 erkek, 21 kız öğrencimiz mezun olmuştur.

Hüseyin Omaç

MHP yi bekleyen gerçek tehlike

MHP yi bekleyen gerçek tehlike

Referandum süreci kapandı ama hesap kapanmadı! Esas hesaplaşma 12 Haziran Genel seçimlerinde!
12 Eylül darbesinin ardından cezaevinde işkencelere maruz kalan ülkücüler, referandum öncesi defalarca deklarasyon yayınlayarak ‘evet’ diyeceklerini açıklarken, MHP’yi de ısrarla uyarmışlardı. “Türkiye bir yol ayırımındadır. Ya darbeleri ilelebet tarihe gömecek ya da öz vatanında esir muamelesi görmeye devam edecektir” diyerek başladıkları bildiriyi, “Her Türk Milliyetçisi anayasa değişikliğini desteklemelidir” uyarısıyla sonlandırmışlardı. Deklarasyonun öncülüğünü Manisa Ülkücüler Davası sebebiyle 11 yıl hapis yatan dönemin Ülkü Ocağı başkanlarından Avukat İrfan Sönmez ve Ülkü Ocakları eski başkanlarından, merhum Muhsin Yazıcıoğlu’na yakınlığıyla bilinen ve 7 yıl cezaevinde işkencelere maruz kalan Dr. Ahmet Selçuk Özdağ yapıyordu. Deklarasyona ilk destek ise ülkücü camianın önde gelen isimlerinden, 19. dönem milletvekili Ökkeş Şendiller, 12 Eylül darbesi sonrası yıllarca hapis yatmış ve akıl almaz işkenceler gören GAP Gazeteciler Birliği Genel Başkanı Zeynel Abidin Kıymaz ve 1980 ihtilalinde 11 yıl cezaevinde yatan ve idamla yargılanan Balıkesir eski Ülkü Ocakları Başkanı Ahmet Ulu’dan gelmişti. Yusufiyeli Ülkücüler Derneği Başkanı Hasan İlter de deklarasyonu imzalayan bir başka isim olmuştu. MHP’de ‘bildiri’ etkisi meydana getiren ilk deklarasyonu imzalayanların sayısı 39 iken, Ülkü Ocakları Kurucu Genel Başkanı Ramiz Ongun’un ilk kez Gazeteci Başak Karsak’a yaptığı açıklamalar ile referanduma desteğini açıklamasından sonra MHP Kurucular Kurulu üyeleri de anayasa değişikliği paketini destekleyeceklerini duyurarak sayının yüzleri aşmasını sağlamışlardı. Ülkücü hareketin içinde 1977 yılında en hareketli günlerini yaşayan Ülkücü camianın önde gelen isimlerinden Hakkı Şafak Ses, MHP’nin eğitimcilerinden Lokman Abbasoğlu, Prof. Dr. Mustafa Çalık ve 12 Eylül mağduru eski Edirne Ülkü Ocağı Başkanı Sıddık Demir’in ‘evet’ çağrıları ise kamuoyunda büyük yankı uyandırmıştı. Ardı ardına sivil toplum örgütlerinden ‘evet’çi ülkücülere gelen destek açıklamaları da sandığın rengini daha o günlerden belli etmişti.
Buraya kadar tamam… Tüm bu çağrılara, deklarasyonlara, uyarılara ve demokrasi çağrılarına MHP’den gelen ilk ses “dönekler” şeklinde olmuştu. Darbe ile hesaplaşmak isteyen Ülkücülere ağır sözlerle hakaretler “ihanet” suçlamalarıyla devam etmişti. Derken referandum kapıyı çalmış sandıktan ‘evet’ çıkmıştı. MHP ile CHP ise şaşkınlık içersinde birbirlerine düşmüşlerdi. İki parti yetkilileri yüzde 42’yi paylaşma yarışına girerken özeleştiri yapmaya gerek bile duymamışlardı. Ancak seçimler yakındı. MHP’de değişen bir şeyler var gibiydi. MHP Genel merkezinde ufak bir hareketlilik derken Devlet Bahçeli’den partide yer alan veya ülkücü geçmişi olan ancak çeşitli sebeplerle gönül bağını koparmış isimleri yeniden kazandırma çağrısı gelmişti. Ardından bir iki görüşme. Ancak ‘evet’çi ülkücüler Bahçeli’nin çağrısını samimi bulmayarak, “geri dönün” davetini geri çevirmişlerdi. Hatta söz konusu davetin baraj altı kalma kaygısından dolayı geldiğini açıklamışlardı. Hani haksız da sayılmazlar. Referandum sonrası yapılan araştırmaların sonucu ‘evet’çi ülkücüleri haklı çıkartıyordu. Şimdi bugüne bakalım…
Hemen bir soruyla başlayayım: Diyelim ki ‘evet’çi hareket kısa sürede bir siyasi oluşuma dönerse MHP’nin hali ne olur? Söz konusu hareketin içinde yer alan isimlerin bazılarını saydım. Hepsi Türk siyasetinin içinden gelme ve teşkilatçı yönleriyle tanılıyorlar. Bunu kısa sürede başarmaları imkânsız değil…
Tamam. Varsayalım olmadı. Çünkü bu isimlerin birçoğu sadece Devlet Bahçeli’ye değil topyekûn Türk siyasetine küsler. Ama içlerinden öne çıkan bazı isimler var. Sizin de dikkatinizi çekmiştir. Bu isimlerin MHP dışında bir partiden 12 Haziran Genel seçimlerinde aday olduğunu düşünün… Ya da aktif bir şekilde MHP dışında farklı siyasi partilere destek verdiklerini…
Üç ihtimalli denklem:
1- MHP’nin alternatifi bir siyasi oluşum.
2- MHP dışında bir başka partiden milletvekili adayı olma.
3- Dışarıda kalıp ancak MHP dışında muhafazakâr bir partiye destek verme.
Üç ihtimalli denklemin sonucu: MHP baraj altı, Türkiye siyasetinde yeni dönem, TBMM’de yeni yüzler ve MHP’yi değişime sürükleyecek zorunluluk… Haberiniz olsun 3 ihtimalin de geçerli olduğu bir sürecin içerisindeyiz. Ve çok ciddi gelişmelere hazır olun. Ben bugünden yazmış olayım. Siz en azından bir yere not alın. 

12 Eylül mağduru eski Edirne Ülkü Ocağı Başkanı Sıddık Demir, Vakit’e konuştu. Demir, “MHP’yi Perinçek ve BDP çizgisine çektiler” dedi.

MHP’yi, Perinçek ve BDP...
12 Eylül mağduru eski Edirne Ülkü Ocağı Başkanı Sıddık Demir, Vakit’e konuştu. Demir, “MHP’yi Perinçek ve BDP çizgisine çektiler” dedi.
MHP’yi, Perinçek ve BDP çizgisine çektiler
12 Eylül mağduru eski Edirne Ülkü Ocağı Başkanı Sıddık Demir, Vakit’e konuştu. Demir, “MHP’yi Perinçek ve BDP çizgisine çektiler” dedi.
ASLAN DEĞİRMENCİ’nin haberi
12 Eylül tarihinde yapılacak anayasa değişikliğinde oyunun rengini ‘evet’ olarak açıklayan Demir, “Yıllardır millet, ayağındaki prangalar ile yürüyor. Anayasa değişikliği ile bu prangalar çözülecek” dedi.
“DOĞRUNUN YANINDAYIZ”
“Bu prangalar 12 Eylül’den bu yana ayağımızda” diyen Demir, “Bunu çözmek AK Parti’ye nasip oldu. Elini vicdanına koyan herkesin, ideolojiyi bir kenara bırakıp atılan adıma şapka çıkarması lazım... Bizim hedefimizi, bizim ülkümüzü bir başka sivil organizasyon gerçekleştiriyor diye karşı çıkmak dava adamlığına yakışmaz. Dava adamı olmak doğrunun yanında yer almayı gerektirir. Tamam, bunu ülkücüler yapmalıydı. MHP bu işin sorumluluğunu üzerine almalıydı. Ama olmadı. Olmadı diye referandumda ‘hayır’ oyu kullanacak değiliz. Biz kimsenin esiri değiliz” diye konuştu.
“MHP STATÜKONUN YANINDA”
Ülkücülerin, millet iradesinin ipotek altına alınmaması için yıllarca direndiklerini ve bedel ödediklerini vurgulayan Demir, “Şimdi hesap sorma zamanı” dedi. “Gerçek ülkücülere bunun dışındaki bir düşünce de yakışmaz” diyen Demir, “Dün biz statükoya karşıydık. Ancak dün değişmesi için mücadele verdiğimiz sistemi bugün MHP koruyor. Daha açık konuşacak olursam MHP artık statükonun yanında... Anayasa değişikliği hayati bir meseledir. Millet darbecilerin yazdığı anayasa ile yönetilmek istemiyor. İstemiyor çünkü anayasa darbecileri korurken bireyi hiçe sayıyor. O zaman bu anayasaya dokunmak ve elden geldiği kadar değiştirmek lazım... Bunun önüne engel çıkartmak, büyüyen Türkiye’nin önüne set çekmektir. Artık herkes siyasi, ideolojik gözlüklerini çıkartarak geçmişe bakmalıdır. Geçmişte bugün ‘Evet’ demek için yeterli sebep vardır. Ancak özellikle ülkücülerin ‘Hayır’ demesi için bir neden yoktur” dedi.
“MHP; CHP, YARSAV VE PERİNÇEK ÇİZGİSİNE GETİRİLDİ”
12 Eylül darbesinin ardından sahneye konulan senaryolar ile MHP’nin çizgisinden saptırıldığını belirten Demir, sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Parti içerisinde yüzde yüz bir değişim ve dönüşüm oldu. 12 Eylül sonrası iç ve dış statükonun vermiş olduğu mücadele ile istediklerini de elde ettiler. O projenin amacı ulusalcı bir MHP meydana getirmekti ve bunu başardılar. Başardılar çünkü projeye karşı çıkan kim varsa şu anda MHP içinde siyaset yapamıyor. Hepsi tasfiye edildi. Dindar bir milliyetçilik derdinde olanların önü kesilirken, parti maalesef CHP hatta YARSAV ve Doğu Perinçek çizgisine getirilmiştir. Bu bir ihanettir. Yapılan politikalar ile de BDP’nin değirmenine su taşır hale geldiler.”
“12 EYLÜL’DE EMPERYALİZMİN OYUNA GELDİK”
“İdeolojik duruşlar bizi mahvetti” diyen Demir, “12 Eylül’de biz değişik kamptaki gençler olarak emperyalizmin oyununa gelmişiz. Biz bizden olmayanları komünist, vatan haini veya kokmaz-bulaşmaz sürüler olarak görme alışkanlığı edindirilmişiz de, bizden başkalarının vatanperver olamayacaklarına olan fikirlere inandırılmışız. Bu anlamdaki anlayışı bir başka şekilde günümüzde sürdürenler halen mevcuttur. Ülkenin gerçek sahipleri nezdinde bizlerin fasa fiso olduğunu o günden itibaren öğrenmiş oldum. Empati kültürü ve hoşgörü yerleşik hayata inatla geçirilmezse bizler değilse de gelecek kuşaklar daha çok kavgalı gürültülü olacaktır. Cuntanın emrindeki askerin düşman karargâhına saldırır gibi sağa sola ateş ederek yaptığı müdahaleleri unutmuş değiliz. Bir daha o günlere gitmek istemiyoruz. Millet demokratikleşme, şeffaflaşma ve özgürleşme istiyor. Bu istek milletin en tabii hakkıdır ve siyasetçiler bunun için mücadele vermelidir. Bunun dışında verilen bir mücadele demokratik değildir” şeklinde konuştu. VAKİT-

KARAKOÇ’U ANLAMAK & ÖKKEŞ ŞENDİLLER

KARAKOÇ’U ANLAMAK
“MAZLUMLAR HAKKINI ALMAYIP ELE
GÜNÜ GÜN EDERSEM ZALİMLER İLE
EVDEŞİM ,ÖZ KIZIM,ÖZ OĞLUM BİLE
SUSARSAM HAKKINI HELAL ETMESİN.”
Sadece bu dörtlük bile Abdurrahim Abi’yi anlamak ,hakkında fikir sahibi olmak için yeterli bence.
Biz farklı bir tarafını ele almak istedik; yoLdaşlık ve dostluğunu.Bu tarafını bir iki misalle anlatalım istedik.
O’nu yakından tanımak çok daha anlamlıdır.Esas işin dikkate değer yanı burası .
Şöyleki:Gözümüzde büyüttüğümüz,idol olarak gördüğümüz bir çok önemli kişiyi yakından tanıyınca ideallerimiz yıkılır,”keşke yakından tanımasaydım”diye pişmanlık duyarız.
İşte Abdurrahim Abi bunun tam tersi bir dosttu.Yakından tanıma fırsatı bulan,dostluk kuran,yoldaşlık eden herkes eminim tanışmakta geç kalmış olduğuna kanaat getirmiştir.
Her hareketi candan,yapmacık ve göstermelik hiç bir hareketine şahit olamazsınız.Lügatinde kabris,böbürlenme ve zerrece bencillik olmamıştır.
İşte bundan dolayı O’nunla kurulan dostluk,yoldaşlık ve dava arkadaşlğı bir ömür sürmüştür eminim.
O hürriyet aşığı bir yürekti …İnancın,mücadelenin ve mazlumların bayraktarı… Hakkın susmayan sesi…sevdanın dili..
Günümüzün Karacaoğlanı,Yunusu…Zalime ve kokuşmuş düzene karşı Bolu’da köroğlu.!
Milletin susturulduğu,zulmün kabus olup gökten yağdığı gün mazlumun haykıran ve susturulamaz sesi ..!.
En acımasız yöneticiye,Nemrutça muamele eden iktidar sahiplerine,adaleti rafa kaldırmış iktidar borazanı hakimlere ve bütün zulüm ehline karşı
kalemini Hak’kın ve halkın kılıcı olArak kullandı hep.
Adurrahim Abi’den bahsediyorum.
O’nu anlatmak,O’nun ardından yazı yazmak o kadar zorki. Hele o’nu yakından tanıdıktandan sonra bunun zorluğunu daha iyi anlıyorsunuz.
O’nun sanatını ,şairliğini,şiirlereini işin erbabları anlattı .Çok şeyler söylendi ,yazıldı.Daha çok şey söylenecek yazılacak.
Üniversiteler de hakkında bilimsel tezler hazırlanacak,doktora tezleri verilecek bundan şüphemiz yok. O bir Millete mal olmuş,dünya edebiyatına ölmez eserler bırakmış bir “sevda”şairi…
Gerktiğinde kalemini zalim ve taguti anlayışlara karşı en tesirli silah olarak kullanmaktan imtina etmeyen bir hiciv ustası…
Hayatında inandığı davasından ve inandığı değerlerden zerrece taviz vermeyen… Her zaman, her yerde,herkese karşı doğru bildiğini söyleyen…
Haksız yere kimseyi yermeyen,hak etmeyen kimseyi övmeyen… Yaranma ve hoş görünme endişesi taşımayan bir Anadolu yiğidi…
Millet ve milli değerleri ile arasına hiç mesafe koymadı. Bu yüzden de nefsini tatmin etmeyi ,bencilliği ilke edinip milleti ve dostlarını bile kölelik penceresinde görmeye alışmış,
zihniyetle arası açık yaşadı,arası açık yürüdü ebedi hayata…
Bu yürüşünde göstermelik şov yapanları saymazsak koca bir millet ve insanlık uğurladı O’nu … Gerçek dostlar,samimi sevdalılar vardı muhteşem buluşmada,ender uğurlamada.
Millet davasını,Hak sevdasını ve zalime karşı durmayı dava kabul etmiş olan herkesin O’ndan aldığı bir yürek ateşi vardır.
Ancak şunu ifade etmeden O’nu tam anlatmış olamayız diye düşünüyorum:Eğer O milleten yana,Hakk’ın tarafında ,mazlumun sesi,zalimin karşısında olmasaydı hiç şüphesiz ”nobel” ödüllü bir şair olarak anılırdı.
Gerçi O bunu hiç arzu etmezdi.O’nun en büyük ödülü Millet’in gönlünde kurduğu köşktü bu dünyada.
“Hiç biriniz telaş etmesin boşa
Doyacak gözünüz toprağa,taşa
Beni inancımla koyun baş başa
Topyekun dünyayı size bıraktım”
diryerek ulaştığı Hak dünyada en büyük ödülü alacaktır inşallah.
O hepimize yol gösterci,hedef koyucu bir Ağabey,bir dosttu.Bu manada kaybımız büyük.
Uzun zaman beraber çalışma fırsatımız oldu. Özellikle MÇP ve BBP ‘de her zaman doğruları savundu. Kimseye karşı eğilmedi .
Hep Hak’kı haykırdı,inanmadığı her konuda muhalefetini ortaya koydu. Bu tavırlarından dolayı kimse rahatsız olmadı.
Kırılan ,gücenen,küsen olmuşsa da mutlaka söyleneni anlamayan veya mayasında yalakalık ve kölelik emaresi olanlardan olmuştur.
Bu vesile ile önemli yoldaşlıklarımız ve hatıralarımız oldu.Bunlardan bahsetmek ve yeniden hatırlayarak dostlarımızla paylaşmakta fayda var.
BOLU DAĞI’NDA
Rahmetli dağlara sevdalıydı.Tabiata,ormana ,yeşile ,kuşlara,börtü böceğe aşıktı. Bunu hepiz bilirdik. Şiirlerinde de bunu görmek mümkündür.
Onun için kendisi ile konuşmadan ,Afşin’li Sıddık Demir ve 19.Dönem K.Maraş milletvekili hemşehrimiz Saffet Topaktaş’la görüşüp bir plan yaptık.
Bolu Dağı Kartalya Oteli’nin eteğinde Sarıalan bölgesi var.Muhtşem bir yer.Burada Orman işletmesinin deposu ve tesisleri var.Tesislerde dört aile kalabiliyor.
Ama bölge gerçekten cenneten bir köşe…İlk baharda elvanı çeşit çiçeklerle donanıyor. Özellikle ismini aldığı sarı çiçekler muhteşem bir tablo oluşturuyor.
Bu dağların her mevsimi ayrı bir güzellik.Öyleki çiçek kokusundan insanın başı dönüyor.
Bu bölgeye daha önce bir kaç kere gitmişliğimiz vardı. Bizim maksadımız Abdurrahim Abi’yi burada misafir edip dağları gezdirmek, hoş vakit geçirmesini temin etmekti.
O yıllarda Bolu Orman Bölge Müdürü hemşehrimiz değerli dost Veli Baraklı idi .
Haziran ayında Veli Bey’i aradık ve talebimizi ilettik.”Abdurrahim Ağabey’i misafir edeceğimizi”de söyleyince çok memnun oldu.
Dört gün kalacak şekilde proğramı yaptık ve Abdurrahim Abi’ye ilettik, biraz da emrivaki yaptık doğrusu.Çok hoşuna gitti,sevindi.
Allah var hiç bir mantıklı talebizi geri çevirdiğine şahit olmadık. Dört aile hazırlıklarımızı yaptık.Mudurnu üzeri Sarıalan’a vardık.
Tesisi hazılatmış Veli bey.Yemek falan çıkmadığı için hazırlıklarımızı ona göre yapmıştık.
Baharın havası,tabiatın muhteşem kokusu…Her taraf yeşil,alan sarı…Manzara görmeyi değer…
Abdurrahim Abi bayıldı manzaraya…
Harika bir orman,dev çam ağaçları,kayınlar, elvanı çeşit ağaçlar.Bağlamamız yanımızda,herkes maharetini konuşturarak çeçit ,çeşit çorbalar ,yemekler yapıldı…
Kocaman bir salon,büyük bir ocak .Yaylaclardan.peynir,tereyağı,yoğurt,yumurta,köy ekmeği alındı.Mantar temin edildi.
Kor olmuş ocakta mantar keyfi,doyumsuz bir lezzet.Arkadaşlarla görev bölümü yaptık.
Yemek konusunda hanımlara fazla iş düşmedi.Mesela ben yemek konusunda ciddi maharet sahibiyim.Özellikle çorbalar konusunda söz sahibi olduğumu söyleyebilirim.
Sıddık Hoca’da çok iyi .Abdurahim abi ve Saffet Topaktaş’ı bu işlere dahil etmedik.
Abdurrahim Abi neyse yemek konusunda çok ilgisiz olduğunu Yenge’den öğrendik ve normal karşıladık.
Ancak Saffet Topaktaş’a gelince pek anlaşılmadı .Oysa O’da bizim gibi çocukluğunda itibaren bekar hayatı yaşamış,kendi ihtiyaçlarını kendisi görmüş ,hiç yemek yapamaması çok anlamsızdı.
Belki de bildiği halde “bilmiyorum”diye bize “kazak erkeklik”tasarlamış olabilir.Veya Tembelliğinden böyle bir yol seçmiş olabilir.
Neyse biz öyle kabul ettik ve  vazifemizi zevkle yerine getirdik.
Akşam ocak yakıldı.Haziran ama akşam ateş yanmadan oturmak zor.Akşam Veli Bey ve diğer misafirlerle muhabbet kuruldu.
Türküler,şiirler,memleket havaları gece geç saatlere kadar doyumsuz bir sohbet,hasret giderildi . Abdurrahim Abdurrahim Abi ve misafirler çok memnun oldular.
Orada kaldığımız dört gün hiç misafirsiz kalmadık.Bölgede duyan dostlar eksik olmasınlar bizi hiç yalnız bırakmadılar.Dolu,dolu dört günlük bir tatil…
Her sabah erkenden kalkıp serinlikte yürüyüşümüzü yapıyoruz.İlk gün yürüyüşe başladığımız da Abdurrahim Abi:”Aman ha uşaklar ben fazla yürüyemem,çok uzklaşmayalım.
Gerçi yorgunluk falan kalmadı iki,üç saat uyku yetti…Bu hava ,bu orman,bu tabiat,bu su,tabiki Köroğlu Bolu Beyini imana getirir” diye lafa girdi.
Biz bu arada durmadan yol alıyoruz…Abdurrahim Ağabey dev çamağaçlarını gördükçe:”Aha bu çamın altında.KÖROĞLU,Hoylu ile karşılaştı.
Burada kapıştılar,Ayvaz şu gedikten geldi.Şu çayırda güreş tuttular.Köroğlu bu derede kervan bozdu..”gibi her yere bir rol biçiyordu.Bu arada iki saat yol gitmişiz.
“Yahu siz beni maratoncumu sandınız.Ben sizler gibi delikanlı değilim,yeter dönelim”diye haykırdı…
Hemen, hemen her gün bölgeyi gezmek ve yeni yerler keşfetmekle geçti.Gündüzleri gezi ,piknik…Akşamları misafirlerle muhabbet …Doyumsuz zamanlar…
Günlerin nasıl geçtiğini anlamak mümkün değil.
YAVUZCAN BU PALAVRAYA DEMİREL BİLE YETİŞEMEZ
Bir akşam üzeri hep beraber yürüyüşe çıkmıştık.Tesisin tel örgüsünü çıktık yürüyorduk.Konu ayılar.Bu bölgede çok ayı olduğu söyleniyor.
Yöredeki yaylacı  köylüler ayı muhabbetini çok abartarak anlatıyor.Yürüyüşte muhabbetin konusu ayı olunca herkes bir ayı muhabbeti tutturdu gidiyor.
Bizim küçük Yavuzcan ve Sıddı Demir Hoca’nın oğlu Galipcan önümüzde yürüyorlar.Onlarda ayı muhabbetini pür dikkat dinliyorlar.
Gündüz yaylacıların çocularından da abartılı ayı hikayeleri dinledikler için biraz tedirginler.Bir ara Yavuzcan sesini yükselten Galipcan’a yavaşça :
“Galipcan yavaş konuş ayılar duyacak”diye ikazda bulundu.Baktık ikiside yere yavaş basarak yürüyorlar.Çok alçak sesle konuşuyorlar.Belli ki korkuyorlar.
Geç vakite kadar dolaştık ,yürüdük.Dönüşte tel örgüden tesise girdik kapıyı kapattık.Galipcan ve Yavuzcan’ın yüyüşler değişti,sesleri bir anda yükseldi.
Yavuzca birden Galipcan’ın kolundantuttu ve:”Galipcan sen gördünmü, gündüz baktım ki bir bozayı kapıdan girdi buruya doğru geliyor.
Hemen şu kayayı kaptığım gibi ayıya bir vurdum ki; ayı bağırarak şu tepeyi aştı”…Galipcan “ben görmedim ne zaman oldu”diye şaşırdı”.
Yavuzcan”ha sen o zaman içer girmiştin”diyerek sözü bağladı.Konuşmaları hepimiz dnledik.
Abdurrahim Abi kahkahayı bastı:”Yahu Yavuzcan senin bu palavraya Demierl bile yetişemez billahi.Maşallah bu yaşta bu palavra müthiş .
Bire alçaklar  siz daha şimdi tel örgünün dışında yere basmaya,sisinizi çıkarmaya korkuyordunuz.Tesise girince mi yiğitleştiniz.
Bu nasıl bir palavra?Yahu gösterdiğin taş kamyon kadar. İnsan biraz küçük atar”diye takıldı.
Bu olay üzerine geç saatlere kadar Cela’daki arkadaşlarının palavralarını anlattı.Ama tatlı palavralar.
Daha sonraları Yavuzcan’ı her gördüğü yerde takılırdı:”Nasıl Yavuzcan Palavrayı ilerlettinmi? Yok ne kadar ilerletsen bu Demirel’e yetişemezsin”diye.
Bu geziden kaç şiir kaleme aldı bilmiyorum.Acak çok memnun oldu.Daha sonra bir kurban bayramını burada yaptık bilikte.
Tabiat beyazlara bürünmüştü.Kurbanlar kar altında kesildi. Buranın kışı da ayrı bir güzel.
Bir kere daha dört günlük muhteşem bir tatil yaptık dört aile.Abdurrahim abi her karılaştığımızda bu tatillerden bahsederdi.
İşin doğrusu bir kaç defa daha hazırlandık.Ama hastalığı engel oldu.Hastalığı döneminde  Her ziyaretimizde  takılırdı Rahmetli
“Sen beni ihmal ediyorsun ,Bolu Dağı’na ,Sarıalan’a çıkarsan birşeyciğim kalmaz benim”diye.İçimizde ukte olarak kaldı aslında ,rahatsızlığı müsade etmedi.
Kısmet değilmiş demek ki.İnşallah Allah O’nu Cennetine almıştır.O gönüllerimizde yaşayacak.Dualarımız O’nunla .
Ökkeş ŞENDİLLER

ABDURRAHİM KARAKOÇ, AKİT-18 Aralık 2009, SIDDIK DEMİR-EN UZUN GÜN & YEDİ UYURLAR

Yazarlar ve kitaplar 
Tarih : 07.03.20061- Gazetemizin değerli yazarı, dost insan, gayret timsali Ali Erkan Kavaklı’nın “Cehennem Vadisi” isimli romanını okuyordum kaç gündür..Ben, nedense Türk romanlarını pek okumam, okumaya değer görmezdim.. Tabiî bir-iki tanesi istisna..Ali Erkan Kavaklı, her gün illerde, ilçelerde konferanslar vererek faydalı olmaya çalışıyor.. İmreniyorum doğrusu.. Allah gücünü-kuvvetini, ilmini artırsın..Cehennem Vadisi, yakın tarihimize ışık tutan bir romandır.. Söz konusu vadinin Güneydoğu olduğunu ve oradaki grupların çatışmalarını detaylı bir şekilde incelemektedir eserde..PKKilleti, Hizbullah gerçeği ve daha bir yığın illegal örgütlerin at oynattıkları, insanları katlettikleri meş’um günler ve hıyanette rol alan fertler veya dernekler incelenmeye tabi tutulmuş..Diyarbakır Emniyet Müdürü iken kahpe bir suikast sonucu öldürülen Gaffar Okkan ve pek çok kişi, esas çehreleriyle geliyor hayal ekranınıza..20 bölümden oluşan eser 238 sayfa tutuyor..Eseri okuduğunuzda fevkalade bir roman tekniği ile karşılaşacaksınız.. Kurgu ve örgüdeki uyum, estetik, hele de Türkçemizin kullanılışı takdire değer..Diyarbakır’da bir öğretmenin öldürülmesiyle başlayıp, gele gele Şemdinli’de biten PKK-Hizbullah-DHKP-C ve bazen de CIA-MİT-JİTEM gibi istihbarat örgütlerinin elekten geçirildiği eser“keşke”lerle sona ermektedir..Okumaya değer bir eserdir Cehennem Vadisi..Popüler Kitaplar serisi 21 olan kitabın isteme adresi: Yılanlı Ayazma Sokak No: 8 Örme İş Merkezi Kat: 1 (Kale İş Merkezi karşısı) 34010 Davutpaşa-Zeytinburnu/İstanbul. Tel: 0212/483 15 16. Faks: 0212/483 30 55..-2- 
Birçok telif esere imza atmış olan eğitimci-yazar, aynı zaman hemşehrim Sıddık Demir, bizim yörede önemli bir isme sahip olan “Dirgen Ali”yi romanlaştırmış..
Gelenekleri, görenekleri, kavgaları, dostlukları söz deseni içinde okuyucuya sunan Sıddık Demir, belli ki Dirgen Ali efsanesinin tesiri altında kalmıştır.. Hani iyi de olmuş.. İnce Memet usulü hayale dayalı bir kitap değil, gerçeklerin su katılmamış romanlaştırılmasıdır Dirgen Ali..Ben, Dirgen Ali’yi tanımadım, çünkü çok küçüktüm.. Fakat oğlu Fakı’yı ve İsa’yı tanırım.. TorunuMerdan Binboğa da sevdiğim bir dostumdur..Sıddık Demir, 152 sayfaya vurdulu-kırdılı geçen bir devri sığdırmış.. Kitabın başlangıcında düz bir hikâye anlatımı çıkar önünüze. Amma sonlara doğru daha doyurucu, daha roman üslubu yerini alır.. Saf Anadolu insanlarının damgaladıkları bir devri anlamak isterseniz, Dirgen Ali’yi okumalısınız.. 10 bölümden oluşan eserin her bölümünü Yavuz Han’dan ve şimdiki şairlerden şiirlerle açmış Sıddık Demir.. Bir güzel çeşni olmuştur, diline sağlık..İsteme adresi: Berikan Elektronik Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. GMK Bulvarı 80/1 Maltepe-Ankara. Tel: 0312/232 62 18. Faks: 0312/232 14 99..-Vehbi Vakkasoğlu desem, herhalde tanımayan çıkmaz..Sevgili hemşehrim ve dostum Vakkasoğlu, “Başkasının Günahına Ağlayan Adam”ismiyle bir eser telif etmiş.. Tabiî imzalamış, Ankara’ya geldiğinde verecekmiş, amma beni bulamamışlar.. Bir arkadaş ile göndermiş, çok geç geldi bana..Bundan önce 26 esere imza atmış olan Vehbi Vakkasoğlu, talebelik yıllarından beri kendisini İslâm’a adamış bir insandır.. Babası Hilmi Vakkasoğlubenim can dostlarımdandır.. O babanın evlâdı da güzel olur, mert olur, akıllı olur..Nitekim öyle olmuştur.. Makaleler, kitaplar yazdığı gibi, konferanslarıyla da Anadolu’yu uyandırmaya gayret etmiştir, etmektedir..Başkasının Günahına Ağlayan Adam, rahmetli son devrin en büyük din alimi Bediüzzaman Said Nursi’dir.. 223 sayfaya sığdırılmış büyük bir insanın sevdası elbette yeterli değil, amma ne yaparsın ki, şartlar daha fazlasına belki müsaade etmemiştir..Eseri okuyup tanıtmak bana göre değil.. Çünkü özetlersem kitabın ruhuna ters düşerim.. Bu kitap sindire sindire okunacak bir kitaptır.Ben sadece aracılık yapacağım..İsteme adresi: Nesil Yayınları-Sanayi Cad. Bilge Sok. No: 2Yenibosna. 34196 Bahçelievler/İstanbul.Tel: 0212/551 32 25. Faks: 0212/551 26 59Dalıver derinlere, derinler şekillensinBugünkü eserinle yarınlar şekillensinDedene şekil vermek senin elinde değil

Öyle gayret göster ki torunlar şekillensin..

Abdurrahim KARKOÇ, Yazarlar ve Kitaplar, SIDDIK DEMİR-DİRGEN ALİ


Sıddık DEMİR'im, Bizim Köyün Kedisi; ŞİİRLER - Eyüp ŞAHAN, ANKARA

   Eyüp ŞAHAN
(Öğretmenlikten emekli olan Sıddık Demir Üç kitabı yayınlanmış geniş ufuklu bir yazarımızdır. Hoşgörüsü için teşekkür ederim.)
                                                                  
Askerlerin emirleri,
Buldu Sıddık Demir’leri.
Törpüledi ömürleri,
On iki eylül dönemi.

Üç hilal dedi yürüdü,
Önünü buzul bürüdü.
Kızaklar çekip sürüdü,
On iki eylül dönemi.

Gardiyan duvara vurdu,
Karpuzu Mevlâ korudu.
Sıddık’tan aklını sordu,
On iki eylül dönemi.

Öğretmendi oldu yazar,
Akıl gitti azar azar.
Abdesti altına bozar,
On iki eylül dönemi.

Bir sağdan bir soldan dedi,
Kenan hakkımızı yedi.
Cehenneme git ebedi,
On iki eylül dönemi.

Zindanları doldu taştı,
Düşünenin aklı şaştı.
İşkence dağları aştı,
On iki eylül dönemi. 
Vatandaş kaldı arada,
Çoban sülo hep burada,
Eyüp var şimdi sırada,
On iki eylül dönemi.


7 Aralık 2015 Pazartesi

SURİYE GEZİSİ VE GÖZLEMLERİM - Sıddık DEMİR

SURİYE GEZİSİ VE GÖZLEMLERİM
            Sıddık DEMİR
Selçuklu Vakfı tarafından organize edilen kısa süreli Suriye seyahati, bu seyahate katılanlar tarafından fevkalade doyurucu bulundu.
Zamanımızın yeterli olmaması nedeniyle birçok önemli yerler ziyaret edilememiştir. Ziyaret edilemeyen önemli yerlerin başında Mevlana Halid Bağdadi ve Ömer Bin Abdülaziz’in makamları ile Şam’ın güneyinde Busra denilen şehirdeki tarihi olaylara  şahit olmuş Papaz Bahire’nin görev yaptığı kilise başta gelmektedir. Bu arada insanlığa beşiklik etmiş o beldelerdeki müze ve ören kalıntılarını zaman kısıtlığı nedeniyle ziyaret edemedik.
Anadolu fatihi olarak bilinen Sultan Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın ilk yattığı yer olan Caber Kalesine gitmemize rağmen, kalenin Suriye Devleti tarafından yapılan barajın altında kalma ihtimali bahane edilerek mezarın çok daha doğu da bir mekâna Türkiye’nin bilgisi dâhilinde taşınması dolayısıyla yeni yeri ziyaret edemediysek de esas kalktığı yer olan Caber kalesi mevkiini görmüş olduk. Ruhaniyetine bir Yasin-i Şerif okuyarak hediye ettik. Bilindiği gibi Kutalmışoğlu Süleyman Şah Anadolu’nun fethine memur edilmiş Sultan Alparslan’ın en önemli komutanıdır. Kendisi fethi tamamlar ve Üsküdar’dan Köhne Bizans’a iştah kabartarak uzaktan seyreden bu komutan bir kuşak sonra torunu Osman Gazi tarafından temeli atılan imparatorluğun farkında bile olamıyacaktır.
Bir isyanı bastırmak için Musul tarafına ordusuyla beraber yönelmişken Fırat’ın suyuna sürdüğü atın piyadesiz karşı kıyıya çıkması, Sultan’ın sonu olmuştur. Uzun bir aramadan sonra cesedi bulunur ve bugün Suriye’de Caber denilen kalenin eteğine gömülür. O gün bu gün Caber kalesinin manevi değeri Sultan Şah’la daha da büyür.
Milli mücadele sırasında sınırların yeniden çizilmesiyle Caber, Misak-ı Milli sınırları dışında kalır. Caber’in içinde olduğu Suriye sınırlarını Suriye halkı adına en az 20 yıl idare etmeye memur Fransızlar, Türkler için Süleyman Şah’ın önemine binaen ikili anlaşma gereği burasının Türk toprağı kabul edilmesi hassasiyetini göstermişlerdir. O günden itibaren Caber Kalesi ve eteğine defnedilmiş Süleyman Şah’ın mezarı Türkiye’den aylık nöbetlerle giden bir manga Türk askeri tarafından beklenir durur. Kuruluş aşamasında onca sıkıntılara rağmen bu türde milli olan değerlerimize ahd-e vefa göstererek sağlanan milli duruşa saygı duymamak elde değil.
Fransızlara bu gerçeği dikte ettiren o günün diplomatlarına sırası gelmişken şükran duygularımı belirtmeden geçemeyeceğim. Helal olsun onlara ki en az o ecdatları kadar büyük iş yapmışlar.
Yine ziyaret edemediklerimiz arasında halkının ezici çoğunluğu Türk olan Lazkiye şehriydi. Suriyeli Türkmenlerin çoğunun yaşadığı “Bucak-Bayır” genellemesiyle anılan bu yöredeki soydaşlarımız bugünkü devlet başkanlarının babası Esat tarafından çok zulüm görmüşlerdir. Adeta sindirilmiş olup Türk olduklarını bile unutturmaya çalışılmış bu insanlara Türkiye’de sahip çıkmamıştır. Milli mücadele de sınırların  orta Toros dağlarının tepesinden itibaren çizgileri belirlenirken Torosların güneyinde kalan onlarca köy ve kasabada yaşayan Türkmenler bir an da Suriye vatandaşı olmuş, kuzeyinde kalan Nusayri veya Fellah olarak bilinen Araplar ise Türkiye vatandaşı olarak var olmuşlardır. Türkiye’de ki bu azınlıklar gerek kültürlerini gerekse iktisadi anlamda durumlarını geliştirirken, güneydeki Bucak-Bayır Türkmenleri uzun bir dönem takibe alınmış olup hep potansiyel tehlike olarak devlet ricalince algılanmıştır. İleri gelenleri çoğu zaman takibe alınarak Araplaştırma politikası uyğulanmıştır.
Geldiğimiz nokta itibari ile iki devlet arası ilişkilerin gelişmesiyle ortalığın süt liman olduğu herhangi bir sıkıntının uzun dönemdir yaşanmadığı bilinir. İnşallah hep öyle olur. İnsan her nerede her ne şekilde kendini tarif ederse o şekilde yaşama hürriyeti olmalıdır. Bu bir insani veya İslami hak ve hukuktur. Keşke Bucak-Bayır Türklerinin arasında birkaç gün kalabilseydik. Lazkiye’yi bu açıdan görüp kültür haritalarına şahit olsaydık.
Hemen şunu belirtmeliyim; Türkiye’den Suriye’ye seyahat eden Türk Turizm firmaları bu topraklarda genelde inanç haritası üzerinde yol programları yapmaktadır. Onlara göre ne Bucak-Bayır Türkleri ne Lazkiye ne de Caber veya Süleyman Şah…
Kendi zorlamamızla Caber’e gidebildik. Yol haritalarının hiçbirinde Caber yoktu. Temennimiz Türk firmalarının biraz da milli olan uğrak yelerinin olmazsa olmazları arasına almaları, talep edenleri bu anlamda şuurlandırmaları…
Gelelim Gördüklerimize;
Emevi camisi dediler ama mimari özelliği cami den daha ziyade kışlaya benziyordu. Yine de Şam da uğranılan yerin başında geliyordu. Hz. Yahya peygamber kerbela şehitlerinden Hüseyin efendimizin başının defnedildiği yer bu caminin hemen her bir köşesinde bizleri seyrediyordu. İslamiyet’ten önce yapılmış başka bir şeriatın kültürü gereği olan sembolik özelliklerini taşıyordu. İslam’ın hükümranlığında ise kilise olarak yapılan bu eser camiye dönüştürülmüş. Kışlaya benzeme bu zorlamadan ötürü oluşan durumdan kaynaklanmaktadır.
Benzeri Halep de de var. Yalnız Halep de ki Emevi camisi Şam’da kinin kopyası durumunda olup sütun başlıkları ve diğer bazı incelikler tamamen Arap uygarlığına ait olduğu kendini göstermektedir. Halep de ki Emeviye caminin demirbaşı ise Hz. Zekeriya peygamberdir. Türbesi önündeki sanat anlayışı işlemelerin Araplara ait olmadığı belli oluyor. Ziyaretçiler çok yoğun. Cami etrafında en az beş asır hüküm sürmüş bir milletten, çok çeşitli, ayakta veya ölmüş görünerek kendini asırlara taşımak için direnen yapıları hemen her alanda  görmek mümkün.
Kapalı çarşılar ecdadımızın şehircilik anlayışının en önemli göstergesi olmuştur, hemen her zaman ve her yerde. Bunun en bariz örneği bu topraklarda görünüyor. Hükümran olunan beldelerin imarı, kültürümüzün o topraklara vefası görülmüştür hep.
Şam da Halep de Humus ve Hama da bunlar hep bariz olarak görünür durumda.
Hele de Şam; Sultan Abdülhamid’in adıyla anılan Hamidiye kapalı çarşısı dillere destan harikulade devasa bir çarşı. O günün şartlarında güvenlik, barınma ve konaklamaktan tutunda ticari her türlü faaliyeti emin bir şekilde yapabilme konforu için hazırlanmış olan bu çarşı şimdilerde bile modern yapılara rağmen kendi gizemliliğini, kendi asaletini korumaktadır. Adeta etrafa var mı benden daha iyisi dermişçesine höykürmektedir. Ecdatla gurur duymamak elden mi?
Halep’te ki çarşı da aynen öyle. Bizden birilerinin vurmuş olduğu tarihi mühür. Çok labirentli devasa uzunlukta ve esrarengiz. Tadını alamadım. Çünkü dil fakirliği o canlı yapılarla konuşmamıza mani oldu. Tam da sırası dedim ki oradan: zaman kısa ben dilsiz ve yorgunum ve yol haritamız yetersiz…
Derken Süleymaniye külliyesine iniverdik. Kapıdan girer girmez yine bizim estetik anlayışımız olan cami ile karşılaştık. Yanı başındaki Türbe bekçisi kapalı olan kapıyı aralayınca kendimizi yaşarken çok büyük tarihi haksızlığa uğramış son Osmanlı padişahı Sultan Vahdeddin’in huzurunda bulduk. Mezar başlarında ki kitabeler de  yazı Arapça olduğu için mihmandarın işte bu şu, deyince bize seslenmeyen yazıları unuttuk. Gerçek anlamda kalbi rikkatle gözyaşı döken ziyaretçileri bir ulvi bir uhrevi bir milli duygu kapladı ki hiç sormayın.
Türk Devleti’nin halen milli olan idarecilerle yönetilmediği gerçeğine bir de oradan şahit oldum. Kerbela şehitleri Hz.Rukiye ve Hz.Zeynep analarımız bütün İslam alemi için en büyük şehittirler. Onların acılarını yalnız şia dünyası değil bütün Müslümanlar yüreklerinde hissederler. Ama görünen olay şu; Kerbela şehitlerine ilgi şia Müslümanları tarafından daha fazla gösterildiğine oradan bir daha  şahit olduk. Bu mübarek yerlerin etrafı ve özellikle iç düzenlemesi duvarından tutun da tavanına kadar bu mekanların neredeyse altından kaplanması çok manidardır. Bize biraz abartılı geldi. Ama o kardeşlerin fikri ve kültürel duruşu budur. Saygı duymamak elden değil. Özellikle İran devletinin Suriye de her türlü anlamda İhyaya yönelik emeği, kendi devletimizin  Süleymaniye  de aranmasına vesile oldu.
Süleymaniye camisi Sultan mezarları çok bakımsız, adeta halen masumiyetlerini yaşıyorlarmış gibi bir tablo... Bilal-ı Habeşi Hz. lerinin bile makamına girişte Türkçe kitabe olduğu halde Sultan Vahdeddin’in mekanın da tek bir harf bile yok Türkçe, çok garip veya çok gafleti gösterir bir tablo değil mi?
Ancak şunun hakkını da vermek lazım. Kanuni külliyatında TiKA tarafından başlatıldığı söylenen tamir ve tadilat projesi inşallah duyumla kalmaz. Türk Milletine layık eski coğrafyamız da ki ecdat mekanlarının ihyası gittikçe millilik göstergesi gelişen Türkiye Cumhuriyeti yönetimlerini iyice sarar. En az komşumuz İran devleti nin o bölgelerde ki varlığı kadar Türk Devleti de olmalıdır.  Öncelikli olarak Selçuklu Türk varlığı olan kültürel mirasları yeniden inşa için gayret gösterilmelidir.
Peygamber Efendimizin hanımlarında Hz. Habibe ve Hz. Ümmügülsüm analarımızın mekanını ziyaret ettik. İranlı kafilelerle gelen  insanları hemen her yerde belirgin ve diri olarak görmek mümkün. Mihmandarımız onların psikolojik doğasından etkilenmiş olmalı ki bu iki anamızla aynı mekanı paylaşan  Hz. Muaviye den hiç ismen bile bahsetmeden oradan ayrılmamız bana göre yersiz bir tavır oldu. Bilahare araçlarımıza binince biraz da espiri bir dille durumu gezi sakinlerine anlattım. Mihmandarın “İranlı turistler den esirgemek için size bahsetmedim, adamlar Muaviye ismini duyması halinde taş yağmuruna tutuyorlar” gibi mazereti ne kadar gerçekçi, bilmediğimiz için ürpererek inandık.
En önemli kazanımlarımızdan biri de Endülüs den doğan İbn-i Rüşd gibi bir filozofun Rahle-i tedrisatında yetişen, haç farizesi için ön Asya ya intikal eden ve bir daha Endülüs’e dönme fırsatı bulamadan, değişik mekanlarda bulunduktan sonra Şam’da vefat eden büyük alim ve mutasavvuf Muhyiddin Arabi nin mezarını ziyaret ettik. Kendisine İbn-ül Arabi de denilen bu bilge kişinin, ilmiye sınıfı olarak şöhreti, halen İslam ülkelerinde yaşamaktadır.
Tevafuk oldu da diyebilirim benim için. Şu an itibariyle basımı beklenen “En Uzun Gün” isimli romanım da kendisini çok önemli bir göreve mamur ettim, haddim olmayarak. Çünkü İbn-ül Arabi, I.Alaattin Keykubat döneminin en önemli bilge kişiliğiyle öne çıkarttığı bir şahsiyettir. Kendine ait varoluşçuluk ve ALLAH ilişkisi noktasında ki düşünce hayatıyla meşhur o dönemin Konya kadısı Sadrettin Konevi yi bile etkilemesi ve günümüze kadar gelen bir düşünce sistematiği oluşturmasıyla saygınlığını bir daha  artırır. Orjinal fikirlerin sahibi olmuştur. I.Alaaddin Keykubat dönemi Anadolu da Türk Hakimiyeti apayrı bir özelliğe sahip olmuşsa, bunda yine Sultan’ın ilmiye sınıfına çok değer vermesi ve Konya da toplaması en önemli faktördür.
Yine büyük Türk filozofu İbn-i Sina nın ifade ettiği “ilim ve sanat ilgi ve iltifat görmediği yerden göç eder” deyişine uygun olan “ilgi ve iltifat”  I.Aladdin Keykubat zamanında noksansız uygulanmıştır. Bunun gereği olarak Muhiddin Arabi Konyayı başkent yapan Selçuklu devletin de Sultana yakın olarak 4-5 yıl kaldığı tarihi kaynaklar da bahsi olur.
İşte “En Uzun Gün” romanında  sonra makamını ziyaret etmem tamamen nasip meselesidir. Diğer ziyaretçi arkadaşlarımdan farklı olarak şahsımı ilgilendiren bu etkenden ötürü halet-i ruhiyem de farklı idi…

5 Aralık 2015 Cumartesi

Başkent'in gönül liderleri & Sıddık DEMİR // Abdurrahim KARAKOÇ (VAKİT)

Başkent'in gönül liderleri ve SIDDIK DEMİR
ABDURRAHİM KARAKOÇ (VAKİT GAZETESİ)
(VAKİT Gazetesinde çıkan ABDURRAHİM KARAKOÇ'un ANKARA'NIN GÖNÜL ERLERİ eseri hakkındaki düşünceleri.  Bknz:www.umud.org misafir yazarlar bölümünde alınıtısı bulunuyor.) 
Başkent'in gönül liderleri;
Ankara ZAMAN - Türkiye'nin başkenti, Hacı Bayram—ı Veli, Hüseyin Gazi, Abdulhakim Arvasi ve Mustafa Asım Köksal gibi gönül erlerinin himayeleriyle yaşıyor.
Türkiye'nin başkenti Ankara, yüzlerce yıl öncesinden günümüze kadar uzanan bir zaman diliminde yaşayan gönül erlerinin himayeleriyle yaşıyor. Türklerin İslamiyeti seçmesinden sonra özellikle Orta Asya'dan Anadolu'ya gelerek Anadolu'nun müslümanlaşmasını sağlayan Horasan erleriyle birlikte Onların devamı niteliğindeki günümüzün manevi mimarları, tüm Türkiye'nin olduğu gibi Ankara'nın da gönül dünyasını ışık tutuyor.
Ankara'nın toprağına verdikleri bedenleri ile himayelerini sürdüren gönül erleri, en güçlü unutturucu olan zamana rağmen hala hatırlanıyor ve yad ediliyor. Ankaralılar akın akın bu mübarek zatları ziyarete koşarken, manevi birer paratoner oldukları için Onlara dua ediyor. Mum yakma ve çaput bağlama gibi bidatları terkeden vatandaşlar, kendilerini hak yola çağıran evliyalara dualarıyla gönül borçlarını ödemeye çalışıyor.
Ankara'nın gönül erleri denilince Hacı Bayram'ı Veli'nin ardından hemen Ali Semerkandi, Hüseyin Gazi, Bünyamin Ayaşi, Taptuk Emre ve Tacettin Sultan'ın isimleri akla geliyor. Günümüze yaklaştıkça ise Abdülhakim Arvasi, Hacı Galip Kuşçuoğlu, Dr. Münir Derman, Mustafa Asım Köksal, Dr. Haluk Nurbaki, Hasan Burkay ve Ahmet Kayhan başta geliyor.
Ankara'nın manevi mimarları
'Ankara'nın gönül erleri'ni yoğun bir çalışma sonucunda bir kitapta toplayan araştırmacı,yazar SIDDIK DEMİR, bu alandaki önemli bir boşluğu dolduruyor. DEMİR, kitabın önsözünde, gerek Moğol istilasında, gerekse Anadolu Selçuklu Devleti'nin parçalanması aşamasında ortaya çıkan beylikler veya hakimiyet mücadelelerinin yoğunlaştığı dönemlerde, Ankara halkının hiç başı boş kalmadığını vurgulayarak, "Boşluktan istifade eden rantiyeci veya eşkiya Ankara tarihinde görülmemektedir. Merkezi otoritenin zayıflaması ve zaaf göstermesi karşısında kontrolü, hemen Ahi Şeyhi alarak en azından Ankara insanına devletsizliği yaşatmadıkları gibi şehrin sosyal ihtiyaçlarının giderilmesi yönünde de bayındır işleriyle uğraşmışlardır" diyor. DEMİR, halk üzerinde veli ve evliyalarının yoğun etkisine de dikkat çekiyor.
ABDURRAHİM KARAKOÇ (VAKİT GAZETESİ)

28 Kasım 2015 Cumartesi

'Devlet' diktası AKİT Gazetesi (Baş Manşet), İsmail UĞUR (Ankara Bölge Tem)

'Devlet' diktası
AKİT GAZETESİ (BAŞ MANŞET)  
Anayasal zorunluluk gereği seçim hükümetinde Başbakan Yardımcılığı görevini kabul eden Tuğrul Türkeş, dün MHP parti yönetimi tarafından partiden ihraç edildi. MHP’nin kurucusu Alparslan Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş’in MHP’den ihracını değerlendiren Ülkücüler, “Türkeş’in ihraç edilmesinin MHP’nin intiharıdır” dediler.
İSMAİL UĞUR / ANKARA  
Anayasal zorunluluk gereği seçim hükümetinde Başbakan Yardımcılığı görevini kabul eden Tuğrul Türkeş, dün MHP parti yönetimi tarafından partiden ihraç edildi. MHP’nin kurucusu Alparslan Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş’in MHP’den ihracını değerlendiren Ülkücüler, Türkeş’in ihraç edilmesinin MHP’nin intiharı anlamına geldiğini söylediler.
TÜRKEŞ’İN İHRACI MHP’NİN İNTİHARIDIR
Yeni Akit’e konuşan Ülkü Ocakları eski başkanlarından Sıddık Demir, “Tuğrul Bey’in sorumlu tavrını yürekten destekliyoruz. Devlet adamı olmak sorumluluk gerektirir. Sağlıklı düşünen milliyetçi insanların Türkeş’in yanında olduğuna inanıyorum. Bahçeli’nin amacı MHP’yi iktidar yapmamaktır. Sayın Türkeş bu oyunu bozmuştur. Biz bunda hayırlar görüyoruz. Ülkücülerin şerle işi olmaz. Sayın Türkeş’in partiden ihracı Ülkücülüğe yakışan bir tavır değildir. Bu durum MHP’ye oy kaybettirir. Aşırı partizanlık MHP yönetimini kör ediyor. Türkeş’in ihracı MHP’nin intiharıdır” dedi.
HDP İLE YAN YANADÜŞTÜLER
Aklıselim Ülkücüler Derneği Başkanı Hasan İlter, Türkeş’in MHP’den ihraç edilmesini değerlendirirken, “Başbuğ Türkeş’in adını partiden sildiler. MHP bu girişimiyle kendini inkar etmiştir. Sayın Bahçeli bu girişimiyle, en zor zamanlarda bu ülkede sorumluluk alan ve millet adına mücadele veren Ülkücü geleneği bitiren adam olarak tarihe geçecektir. Devlet Bahçeli kendisine güveniyorsa eğer Sayın Türkeş’in kurultay çağrısına cevap versin. Şayet kurultay yapılmazsa, 1 Kasım seçim sonuçları MHP yönetiminin karnesi olacaktır” ifadelerini kullandı.
HDP’yi bahane ederek koalisyon kurma sürecinde her formüle kapılarını kapatan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve MHP yönetiminin, Meclis’teki  yemin töreninde HDP ile aynı safta yer aldığına da dikkat çeken İlter, “Bunlar eğer tavırlarında samimi olsalar o gün HDP ile aynı yönde el kaldırmazlardı. Varlığını bir terör partisi ile olan zıtlığına bağlayan bir milliyetçi hareketin geleceği karanlıktır. Siz hem teröre karşıymış gibi tavır alacaksınız hem de terörün sonuçlarından çıkar sağlamaya çalışacaksınız. Böyle milliyetçilik, böyle Ülkücülük olur mu? Nitekim bu yanlış politikaların neticesini 1 Kasım seçimlerinde görecekler. Ülkücü camia mevcut MHP yönetimine gereken dersi verecektir” dedi.

AFŞİNLİ DERDİÇOK, (Araştırma:Sıddık Demir) - Erdal Öztürk

AFŞİNLİ DERDİÇOK
                              (Araştırma:Sıddık Demir)                                                              ErdalÖztürk*
Halkın içinde yaşayan soylu, anlamlı dörtlükler vardır. Sahibi bilinmez, zamanla ya anonim olur ya da tanınmış bir başka halk şairine güzellikleri nedeniyle yakıştırılır. Oysa o dizeleri söyleyenler kanlarıyla canlarıyla içimizde, köyümüzde, yöremizde yaşamışlar dır.
Türkülerini, koşmalarını söylemişlerdir ve zaman tünelinde adları silinmiştir. Ancak söyledikleri bize ulaşmıştır. İşte, Afşinli Derdiçok mahlası ile söylemiş Türk aşık edebiyatının 1874-1937 yılları arasında yaşayan Ömer Lütfü Pişkin de bunlardan biri.
Onu, sabırlı bir araştırma ve titiz bir derleme sonucu gün ışığına çıkaran eğitimci-araştırmacı Sıddık Demir’i yürekten kutluyoruz. Derdiçok, bir yirminci yüzyıl Karaca oğlan’ı ve ondan geri kalır yanı yok.
Şiirlerinin tamamı 8’li, 11’li ve 14’lü hece ölçüsüyle söylenmiş koşma ve semai tarzında.
Prof. Dr. Şükrü Elçin’in tanımıyla “Şiir severlerin zevkle okuyacağı ve halk edebiyatı araştırıcılarının faydalanacağı bir eser.”
 Arif Nihat Asya Hoca;
 “Derdiçok, zamanının  en büyük halk şairiydi. Değeri, Dertliler, Gevheriler, hatta Karacaoğlanlar’la mukayese edilebilecek kadar yüksektir. Bu hükmü mesuliyetini kabul ederek veriyorum” diyecek kadar şairi beğenmiştir.
Prof. Dr. Fuat Köprülü, “Aşık edebiyatımızın asrımızdaki son değerli mümessillerinden sayılabilir” demiş bir yazısında.
 Sıddık Demir; Şairin, uzun bir çalışma sonucu elde ettiği 368 adet şiirini kitaba koymuş. Ayrıca, Derdiçok’un hayatı, kişiliği ile kaynakça ve mahalli sözcükleri de eklemiş. Şiirleri okuyunca saf ve bu toprakta yaşayan canım Türkçe’nin ihtişamına bir daha tanık oluyor insan.
Modern ve serbest yazan her şaire ilham olabilecek söyleyiş güzelliği, insanı, doğayı her zerresine kadar kavramış derinlemesine bir gözlem ve Anadolu aşığının insanı saran ve şaşırtan derinlikler ve yoğunluklar gizlenmiş, sinmiş şiirlerine Derdiçok’un.
Yaşadığı zamanın ve mekanın tanığı ve tanıtıcısı olmuş. Bize; Sinemasız, televizyonsuz zamanlardan;rengiyle, kokusuyla, insanıyla, doğasıyla belgesel bir miras bırakmış, yaşadığı Anadolu’nun küçük bir köşesinde…
                                   *(İlkyaz Edebiyat dergisi-sayı:14-Mart 1993) 

26 Kasım 2015 Perşembe

ULUSAL BASIN - YAYIN; MEDYA'DA (Araştırmacı - Yazar) SIDDIK DEMİR


















On İki Eylül ve Sıddık, Eyüp Şahan Ankara 26.9.2012

ŞAİR, EYÜP ŞAHAN
On İki Eylül
ve 
Sıddık 

Askerlerin emirleri,
Buldu Sıddık Demir’leri.
Törpüledi ömürleri,
On iki eylül dönemi.

Üç hilal dedi yürüdü,
Önünü buzul bürüdü.
Kızaklar çekip sürüdü,
On iki eylül dönemi.

Başını duvara vurdu,
Karpuzu Mevlâ korudu.
Sıddık’tan aklını sordu,
On iki eylül dönemi.

Öğretmendi oldu yazar,
Akıl gitti azar azar.
Abdesti altına bozar,
On iki eylül dönemi.

Bir sağdan bir soldan dedi,
Kenan hakkımızı yedi.
Cehenneme git ebedi,
On iki eylül dönemi.

Zindanları doldu taştı,
Düşünenin aklı şaştı.
İşkence dağları aştı,
On iki eylül dönemi.

Vatandaş kaldı arada,
Çoban sülo hep burada,
Eyüp var şimdi sırada,
On iki eylül dönemi.

Eyüp Şahan 
Ankara 26.9.2012