7 Aralık 2015 Pazartesi

SURİYE GEZİSİ VE GÖZLEMLERİM - Sıddık DEMİR

SURİYE GEZİSİ VE GÖZLEMLERİM
            Sıddık DEMİR
Selçuklu Vakfı tarafından organize edilen kısa süreli Suriye seyahati, bu seyahate katılanlar tarafından fevkalade doyurucu bulundu.
Zamanımızın yeterli olmaması nedeniyle birçok önemli yerler ziyaret edilememiştir. Ziyaret edilemeyen önemli yerlerin başında Mevlana Halid Bağdadi ve Ömer Bin Abdülaziz’in makamları ile Şam’ın güneyinde Busra denilen şehirdeki tarihi olaylara  şahit olmuş Papaz Bahire’nin görev yaptığı kilise başta gelmektedir. Bu arada insanlığa beşiklik etmiş o beldelerdeki müze ve ören kalıntılarını zaman kısıtlığı nedeniyle ziyaret edemedik.
Anadolu fatihi olarak bilinen Sultan Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın ilk yattığı yer olan Caber Kalesine gitmemize rağmen, kalenin Suriye Devleti tarafından yapılan barajın altında kalma ihtimali bahane edilerek mezarın çok daha doğu da bir mekâna Türkiye’nin bilgisi dâhilinde taşınması dolayısıyla yeni yeri ziyaret edemediysek de esas kalktığı yer olan Caber kalesi mevkiini görmüş olduk. Ruhaniyetine bir Yasin-i Şerif okuyarak hediye ettik. Bilindiği gibi Kutalmışoğlu Süleyman Şah Anadolu’nun fethine memur edilmiş Sultan Alparslan’ın en önemli komutanıdır. Kendisi fethi tamamlar ve Üsküdar’dan Köhne Bizans’a iştah kabartarak uzaktan seyreden bu komutan bir kuşak sonra torunu Osman Gazi tarafından temeli atılan imparatorluğun farkında bile olamıyacaktır.
Bir isyanı bastırmak için Musul tarafına ordusuyla beraber yönelmişken Fırat’ın suyuna sürdüğü atın piyadesiz karşı kıyıya çıkması, Sultan’ın sonu olmuştur. Uzun bir aramadan sonra cesedi bulunur ve bugün Suriye’de Caber denilen kalenin eteğine gömülür. O gün bu gün Caber kalesinin manevi değeri Sultan Şah’la daha da büyür.
Milli mücadele sırasında sınırların yeniden çizilmesiyle Caber, Misak-ı Milli sınırları dışında kalır. Caber’in içinde olduğu Suriye sınırlarını Suriye halkı adına en az 20 yıl idare etmeye memur Fransızlar, Türkler için Süleyman Şah’ın önemine binaen ikili anlaşma gereği burasının Türk toprağı kabul edilmesi hassasiyetini göstermişlerdir. O günden itibaren Caber Kalesi ve eteğine defnedilmiş Süleyman Şah’ın mezarı Türkiye’den aylık nöbetlerle giden bir manga Türk askeri tarafından beklenir durur. Kuruluş aşamasında onca sıkıntılara rağmen bu türde milli olan değerlerimize ahd-e vefa göstererek sağlanan milli duruşa saygı duymamak elde değil.
Fransızlara bu gerçeği dikte ettiren o günün diplomatlarına sırası gelmişken şükran duygularımı belirtmeden geçemeyeceğim. Helal olsun onlara ki en az o ecdatları kadar büyük iş yapmışlar.
Yine ziyaret edemediklerimiz arasında halkının ezici çoğunluğu Türk olan Lazkiye şehriydi. Suriyeli Türkmenlerin çoğunun yaşadığı “Bucak-Bayır” genellemesiyle anılan bu yöredeki soydaşlarımız bugünkü devlet başkanlarının babası Esat tarafından çok zulüm görmüşlerdir. Adeta sindirilmiş olup Türk olduklarını bile unutturmaya çalışılmış bu insanlara Türkiye’de sahip çıkmamıştır. Milli mücadele de sınırların  orta Toros dağlarının tepesinden itibaren çizgileri belirlenirken Torosların güneyinde kalan onlarca köy ve kasabada yaşayan Türkmenler bir an da Suriye vatandaşı olmuş, kuzeyinde kalan Nusayri veya Fellah olarak bilinen Araplar ise Türkiye vatandaşı olarak var olmuşlardır. Türkiye’de ki bu azınlıklar gerek kültürlerini gerekse iktisadi anlamda durumlarını geliştirirken, güneydeki Bucak-Bayır Türkmenleri uzun bir dönem takibe alınmış olup hep potansiyel tehlike olarak devlet ricalince algılanmıştır. İleri gelenleri çoğu zaman takibe alınarak Araplaştırma politikası uyğulanmıştır.
Geldiğimiz nokta itibari ile iki devlet arası ilişkilerin gelişmesiyle ortalığın süt liman olduğu herhangi bir sıkıntının uzun dönemdir yaşanmadığı bilinir. İnşallah hep öyle olur. İnsan her nerede her ne şekilde kendini tarif ederse o şekilde yaşama hürriyeti olmalıdır. Bu bir insani veya İslami hak ve hukuktur. Keşke Bucak-Bayır Türklerinin arasında birkaç gün kalabilseydik. Lazkiye’yi bu açıdan görüp kültür haritalarına şahit olsaydık.
Hemen şunu belirtmeliyim; Türkiye’den Suriye’ye seyahat eden Türk Turizm firmaları bu topraklarda genelde inanç haritası üzerinde yol programları yapmaktadır. Onlara göre ne Bucak-Bayır Türkleri ne Lazkiye ne de Caber veya Süleyman Şah…
Kendi zorlamamızla Caber’e gidebildik. Yol haritalarının hiçbirinde Caber yoktu. Temennimiz Türk firmalarının biraz da milli olan uğrak yelerinin olmazsa olmazları arasına almaları, talep edenleri bu anlamda şuurlandırmaları…
Gelelim Gördüklerimize;
Emevi camisi dediler ama mimari özelliği cami den daha ziyade kışlaya benziyordu. Yine de Şam da uğranılan yerin başında geliyordu. Hz. Yahya peygamber kerbela şehitlerinden Hüseyin efendimizin başının defnedildiği yer bu caminin hemen her bir köşesinde bizleri seyrediyordu. İslamiyet’ten önce yapılmış başka bir şeriatın kültürü gereği olan sembolik özelliklerini taşıyordu. İslam’ın hükümranlığında ise kilise olarak yapılan bu eser camiye dönüştürülmüş. Kışlaya benzeme bu zorlamadan ötürü oluşan durumdan kaynaklanmaktadır.
Benzeri Halep de de var. Yalnız Halep de ki Emevi camisi Şam’da kinin kopyası durumunda olup sütun başlıkları ve diğer bazı incelikler tamamen Arap uygarlığına ait olduğu kendini göstermektedir. Halep de ki Emeviye caminin demirbaşı ise Hz. Zekeriya peygamberdir. Türbesi önündeki sanat anlayışı işlemelerin Araplara ait olmadığı belli oluyor. Ziyaretçiler çok yoğun. Cami etrafında en az beş asır hüküm sürmüş bir milletten, çok çeşitli, ayakta veya ölmüş görünerek kendini asırlara taşımak için direnen yapıları hemen her alanda  görmek mümkün.
Kapalı çarşılar ecdadımızın şehircilik anlayışının en önemli göstergesi olmuştur, hemen her zaman ve her yerde. Bunun en bariz örneği bu topraklarda görünüyor. Hükümran olunan beldelerin imarı, kültürümüzün o topraklara vefası görülmüştür hep.
Şam da Halep de Humus ve Hama da bunlar hep bariz olarak görünür durumda.
Hele de Şam; Sultan Abdülhamid’in adıyla anılan Hamidiye kapalı çarşısı dillere destan harikulade devasa bir çarşı. O günün şartlarında güvenlik, barınma ve konaklamaktan tutunda ticari her türlü faaliyeti emin bir şekilde yapabilme konforu için hazırlanmış olan bu çarşı şimdilerde bile modern yapılara rağmen kendi gizemliliğini, kendi asaletini korumaktadır. Adeta etrafa var mı benden daha iyisi dermişçesine höykürmektedir. Ecdatla gurur duymamak elden mi?
Halep’te ki çarşı da aynen öyle. Bizden birilerinin vurmuş olduğu tarihi mühür. Çok labirentli devasa uzunlukta ve esrarengiz. Tadını alamadım. Çünkü dil fakirliği o canlı yapılarla konuşmamıza mani oldu. Tam da sırası dedim ki oradan: zaman kısa ben dilsiz ve yorgunum ve yol haritamız yetersiz…
Derken Süleymaniye külliyesine iniverdik. Kapıdan girer girmez yine bizim estetik anlayışımız olan cami ile karşılaştık. Yanı başındaki Türbe bekçisi kapalı olan kapıyı aralayınca kendimizi yaşarken çok büyük tarihi haksızlığa uğramış son Osmanlı padişahı Sultan Vahdeddin’in huzurunda bulduk. Mezar başlarında ki kitabeler de  yazı Arapça olduğu için mihmandarın işte bu şu, deyince bize seslenmeyen yazıları unuttuk. Gerçek anlamda kalbi rikkatle gözyaşı döken ziyaretçileri bir ulvi bir uhrevi bir milli duygu kapladı ki hiç sormayın.
Türk Devleti’nin halen milli olan idarecilerle yönetilmediği gerçeğine bir de oradan şahit oldum. Kerbela şehitleri Hz.Rukiye ve Hz.Zeynep analarımız bütün İslam alemi için en büyük şehittirler. Onların acılarını yalnız şia dünyası değil bütün Müslümanlar yüreklerinde hissederler. Ama görünen olay şu; Kerbela şehitlerine ilgi şia Müslümanları tarafından daha fazla gösterildiğine oradan bir daha  şahit olduk. Bu mübarek yerlerin etrafı ve özellikle iç düzenlemesi duvarından tutun da tavanına kadar bu mekanların neredeyse altından kaplanması çok manidardır. Bize biraz abartılı geldi. Ama o kardeşlerin fikri ve kültürel duruşu budur. Saygı duymamak elden değil. Özellikle İran devletinin Suriye de her türlü anlamda İhyaya yönelik emeği, kendi devletimizin  Süleymaniye  de aranmasına vesile oldu.
Süleymaniye camisi Sultan mezarları çok bakımsız, adeta halen masumiyetlerini yaşıyorlarmış gibi bir tablo... Bilal-ı Habeşi Hz. lerinin bile makamına girişte Türkçe kitabe olduğu halde Sultan Vahdeddin’in mekanın da tek bir harf bile yok Türkçe, çok garip veya çok gafleti gösterir bir tablo değil mi?
Ancak şunun hakkını da vermek lazım. Kanuni külliyatında TiKA tarafından başlatıldığı söylenen tamir ve tadilat projesi inşallah duyumla kalmaz. Türk Milletine layık eski coğrafyamız da ki ecdat mekanlarının ihyası gittikçe millilik göstergesi gelişen Türkiye Cumhuriyeti yönetimlerini iyice sarar. En az komşumuz İran devleti nin o bölgelerde ki varlığı kadar Türk Devleti de olmalıdır.  Öncelikli olarak Selçuklu Türk varlığı olan kültürel mirasları yeniden inşa için gayret gösterilmelidir.
Peygamber Efendimizin hanımlarında Hz. Habibe ve Hz. Ümmügülsüm analarımızın mekanını ziyaret ettik. İranlı kafilelerle gelen  insanları hemen her yerde belirgin ve diri olarak görmek mümkün. Mihmandarımız onların psikolojik doğasından etkilenmiş olmalı ki bu iki anamızla aynı mekanı paylaşan  Hz. Muaviye den hiç ismen bile bahsetmeden oradan ayrılmamız bana göre yersiz bir tavır oldu. Bilahare araçlarımıza binince biraz da espiri bir dille durumu gezi sakinlerine anlattım. Mihmandarın “İranlı turistler den esirgemek için size bahsetmedim, adamlar Muaviye ismini duyması halinde taş yağmuruna tutuyorlar” gibi mazereti ne kadar gerçekçi, bilmediğimiz için ürpererek inandık.
En önemli kazanımlarımızdan biri de Endülüs den doğan İbn-i Rüşd gibi bir filozofun Rahle-i tedrisatında yetişen, haç farizesi için ön Asya ya intikal eden ve bir daha Endülüs’e dönme fırsatı bulamadan, değişik mekanlarda bulunduktan sonra Şam’da vefat eden büyük alim ve mutasavvuf Muhyiddin Arabi nin mezarını ziyaret ettik. Kendisine İbn-ül Arabi de denilen bu bilge kişinin, ilmiye sınıfı olarak şöhreti, halen İslam ülkelerinde yaşamaktadır.
Tevafuk oldu da diyebilirim benim için. Şu an itibariyle basımı beklenen “En Uzun Gün” isimli romanım da kendisini çok önemli bir göreve mamur ettim, haddim olmayarak. Çünkü İbn-ül Arabi, I.Alaattin Keykubat döneminin en önemli bilge kişiliğiyle öne çıkarttığı bir şahsiyettir. Kendine ait varoluşçuluk ve ALLAH ilişkisi noktasında ki düşünce hayatıyla meşhur o dönemin Konya kadısı Sadrettin Konevi yi bile etkilemesi ve günümüze kadar gelen bir düşünce sistematiği oluşturmasıyla saygınlığını bir daha  artırır. Orjinal fikirlerin sahibi olmuştur. I.Alaaddin Keykubat dönemi Anadolu da Türk Hakimiyeti apayrı bir özelliğe sahip olmuşsa, bunda yine Sultan’ın ilmiye sınıfına çok değer vermesi ve Konya da toplaması en önemli faktördür.
Yine büyük Türk filozofu İbn-i Sina nın ifade ettiği “ilim ve sanat ilgi ve iltifat görmediği yerden göç eder” deyişine uygun olan “ilgi ve iltifat”  I.Aladdin Keykubat zamanında noksansız uygulanmıştır. Bunun gereği olarak Muhiddin Arabi Konyayı başkent yapan Selçuklu devletin de Sultana yakın olarak 4-5 yıl kaldığı tarihi kaynaklar da bahsi olur.
İşte “En Uzun Gün” romanında  sonra makamını ziyaret etmem tamamen nasip meselesidir. Diğer ziyaretçi arkadaşlarımdan farklı olarak şahsımı ilgilendiren bu etkenden ötürü halet-i ruhiyem de farklı idi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder