SURİYE GEZİSİ VE GÖZLEMLERİM
Sıddık
DEMİR
Selçuklu Vakfı tarafından organize
edilen kısa süreli Suriye seyahati, bu seyahate katılanlar tarafından fevkalade
doyurucu bulundu.
Zamanımızın
yeterli olmaması nedeniyle birçok önemli yerler ziyaret edilememiştir. Ziyaret
edilemeyen önemli yerlerin başında Mevlana Halid Bağdadi ve Ömer Bin Abdülaziz’in
makamları ile Şam’ın güneyinde Busra denilen şehirdeki tarihi olaylara şahit olmuş Papaz Bahire’nin görev yaptığı
kilise başta gelmektedir. Bu arada insanlığa beşiklik etmiş o beldelerdeki müze
ve ören kalıntılarını zaman kısıtlığı nedeniyle ziyaret edemedik.
Anadolu
fatihi olarak bilinen Sultan Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın ilk yattığı yer olan
Caber Kalesine gitmemize rağmen, kalenin Suriye Devleti tarafından yapılan
barajın altında kalma ihtimali bahane edilerek mezarın çok daha doğu da bir
mekâna Türkiye’nin bilgisi dâhilinde taşınması dolayısıyla yeni yeri ziyaret
edemediysek de esas kalktığı yer olan Caber kalesi mevkiini görmüş olduk.
Ruhaniyetine bir Yasin-i Şerif okuyarak hediye ettik. Bilindiği gibi
Kutalmışoğlu Süleyman Şah Anadolu’nun fethine memur edilmiş Sultan Alparslan’ın
en önemli komutanıdır. Kendisi fethi tamamlar ve Üsküdar’dan Köhne Bizans’a
iştah kabartarak uzaktan seyreden bu komutan bir kuşak sonra torunu Osman Gazi
tarafından temeli atılan imparatorluğun farkında bile olamıyacaktır.
Bir isyanı
bastırmak için Musul tarafına ordusuyla beraber yönelmişken Fırat’ın suyuna
sürdüğü atın piyadesiz karşı kıyıya çıkması, Sultan’ın sonu olmuştur. Uzun bir aramadan
sonra cesedi bulunur ve bugün Suriye’de Caber denilen kalenin eteğine gömülür.
O gün bu gün Caber kalesinin manevi değeri Sultan Şah’la daha da büyür.
Milli
mücadele sırasında sınırların yeniden çizilmesiyle Caber, Misak-ı Milli
sınırları dışında kalır. Caber’in içinde olduğu Suriye sınırlarını Suriye halkı
adına en az 20 yıl idare etmeye memur Fransızlar, Türkler için Süleyman Şah’ın
önemine binaen ikili anlaşma gereği burasının Türk toprağı kabul edilmesi
hassasiyetini göstermişlerdir. O günden itibaren Caber Kalesi ve eteğine
defnedilmiş Süleyman Şah’ın mezarı Türkiye’den aylık nöbetlerle giden bir manga
Türk askeri tarafından beklenir durur. Kuruluş aşamasında onca sıkıntılara
rağmen bu türde milli olan değerlerimize ahd-e vefa göstererek sağlanan milli
duruşa saygı duymamak elde değil.
Fransızlara
bu gerçeği dikte ettiren o günün diplomatlarına sırası gelmişken şükran
duygularımı belirtmeden geçemeyeceğim. Helal olsun onlara ki en az o ecdatları
kadar büyük iş yapmışlar.
Yine
ziyaret edemediklerimiz arasında halkının ezici çoğunluğu Türk olan Lazkiye
şehriydi. Suriyeli Türkmenlerin çoğunun yaşadığı “Bucak-Bayır” genellemesiyle
anılan bu yöredeki soydaşlarımız bugünkü devlet başkanlarının babası Esat tarafından
çok zulüm görmüşlerdir. Adeta sindirilmiş olup Türk olduklarını bile
unutturmaya çalışılmış bu insanlara Türkiye’de sahip çıkmamıştır. Milli
mücadele de sınırların orta Toros
dağlarının tepesinden itibaren çizgileri belirlenirken Torosların güneyinde
kalan onlarca köy ve kasabada yaşayan Türkmenler bir an da Suriye vatandaşı
olmuş, kuzeyinde kalan Nusayri veya Fellah olarak bilinen Araplar ise Türkiye
vatandaşı olarak var olmuşlardır. Türkiye’de ki bu azınlıklar gerek kültürlerini
gerekse iktisadi anlamda durumlarını geliştirirken, güneydeki Bucak-Bayır
Türkmenleri uzun bir dönem takibe alınmış olup hep potansiyel tehlike olarak
devlet ricalince algılanmıştır. İleri gelenleri çoğu zaman takibe alınarak
Araplaştırma politikası uyğulanmıştır.
Geldiğimiz
nokta itibari ile iki devlet arası ilişkilerin gelişmesiyle ortalığın süt liman
olduğu herhangi bir sıkıntının uzun dönemdir yaşanmadığı bilinir. İnşallah hep
öyle olur. İnsan her nerede her ne şekilde kendini tarif ederse o şekilde
yaşama hürriyeti olmalıdır. Bu bir insani veya İslami hak ve hukuktur. Keşke
Bucak-Bayır Türklerinin arasında birkaç gün kalabilseydik. Lazkiye’yi bu açıdan
görüp kültür haritalarına şahit olsaydık.
Hemen şunu
belirtmeliyim; Türkiye’den Suriye’ye seyahat eden Türk Turizm firmaları bu
topraklarda genelde inanç haritası üzerinde yol programları yapmaktadır. Onlara
göre ne Bucak-Bayır Türkleri ne Lazkiye ne de Caber veya Süleyman Şah…
Kendi
zorlamamızla Caber’e gidebildik. Yol haritalarının hiçbirinde Caber yoktu.
Temennimiz Türk firmalarının biraz da milli olan uğrak yelerinin olmazsa
olmazları arasına almaları, talep edenleri bu anlamda şuurlandırmaları…
Gelelim
Gördüklerimize;
Emevi
camisi dediler ama mimari özelliği cami den daha ziyade kışlaya benziyordu. Yine
de Şam da uğranılan yerin başında geliyordu. Hz. Yahya peygamber kerbela
şehitlerinden Hüseyin efendimizin başının defnedildiği yer bu caminin hemen her
bir köşesinde bizleri seyrediyordu. İslamiyet’ten önce yapılmış başka bir
şeriatın kültürü gereği olan sembolik özelliklerini taşıyordu. İslam’ın
hükümranlığında ise kilise olarak yapılan bu eser camiye dönüştürülmüş. Kışlaya
benzeme bu zorlamadan ötürü oluşan durumdan kaynaklanmaktadır.
Benzeri
Halep de de var. Yalnız Halep de ki Emevi camisi Şam’da kinin kopyası durumunda
olup sütun başlıkları ve diğer bazı incelikler tamamen Arap uygarlığına ait
olduğu kendini göstermektedir. Halep de ki Emeviye caminin demirbaşı ise Hz. Zekeriya
peygamberdir. Türbesi önündeki sanat anlayışı işlemelerin Araplara ait olmadığı
belli oluyor. Ziyaretçiler çok yoğun. Cami etrafında en az beş asır hüküm
sürmüş bir milletten, çok çeşitli, ayakta veya ölmüş görünerek kendini asırlara
taşımak için direnen yapıları hemen her alanda
görmek mümkün.
Kapalı
çarşılar ecdadımızın şehircilik anlayışının en önemli göstergesi olmuştur, hemen
her zaman ve her yerde. Bunun en bariz örneği bu topraklarda görünüyor.
Hükümran olunan beldelerin imarı, kültürümüzün o topraklara vefası görülmüştür
hep.
Şam da
Halep de Humus ve Hama da bunlar hep bariz olarak görünür durumda.
Hele de
Şam; Sultan Abdülhamid’in adıyla anılan Hamidiye kapalı çarşısı dillere destan
harikulade devasa bir çarşı. O günün şartlarında güvenlik, barınma ve
konaklamaktan tutunda ticari her türlü faaliyeti emin bir şekilde yapabilme konforu
için hazırlanmış olan bu çarşı şimdilerde bile modern yapılara rağmen kendi
gizemliliğini, kendi asaletini korumaktadır. Adeta etrafa var mı benden daha
iyisi dermişçesine höykürmektedir. Ecdatla gurur duymamak elden mi?
Halep’te ki
çarşı da aynen öyle. Bizden birilerinin vurmuş olduğu tarihi mühür. Çok
labirentli devasa uzunlukta ve esrarengiz. Tadını alamadım. Çünkü dil fakirliği
o canlı yapılarla konuşmamıza mani oldu. Tam da sırası dedim ki oradan: zaman
kısa ben dilsiz ve yorgunum ve yol haritamız yetersiz…
Derken
Süleymaniye külliyesine iniverdik. Kapıdan girer girmez yine bizim estetik
anlayışımız olan cami ile karşılaştık. Yanı başındaki Türbe bekçisi kapalı olan
kapıyı aralayınca kendimizi yaşarken çok büyük tarihi haksızlığa uğramış son
Osmanlı padişahı Sultan Vahdeddin’in huzurunda bulduk. Mezar başlarında ki
kitabeler de yazı Arapça olduğu için
mihmandarın işte bu şu, deyince bize seslenmeyen yazıları unuttuk. Gerçek
anlamda kalbi rikkatle gözyaşı döken ziyaretçileri bir ulvi bir uhrevi bir
milli duygu kapladı ki hiç sormayın.
Türk
Devleti’nin halen milli olan idarecilerle yönetilmediği gerçeğine bir de oradan
şahit oldum. Kerbela şehitleri Hz.Rukiye ve Hz.Zeynep analarımız bütün İslam
alemi için en büyük şehittirler. Onların acılarını yalnız şia dünyası değil
bütün Müslümanlar yüreklerinde hissederler. Ama görünen olay şu; Kerbela
şehitlerine ilgi şia Müslümanları tarafından daha fazla gösterildiğine oradan
bir daha şahit olduk. Bu mübarek
yerlerin etrafı ve özellikle iç düzenlemesi duvarından tutun da tavanına kadar
bu mekanların neredeyse altından kaplanması çok manidardır. Bize biraz abartılı
geldi. Ama o kardeşlerin fikri ve kültürel duruşu budur. Saygı duymamak elden
değil. Özellikle İran devletinin Suriye de her türlü anlamda İhyaya yönelik
emeği, kendi devletimizin Süleymaniye de aranmasına vesile oldu.
Süleymaniye
camisi Sultan mezarları çok bakımsız, adeta halen masumiyetlerini yaşıyorlarmış
gibi bir tablo... Bilal-ı Habeşi Hz. lerinin bile makamına girişte Türkçe kitabe
olduğu halde Sultan Vahdeddin’in mekanın da tek bir harf bile yok Türkçe, çok
garip veya çok gafleti gösterir bir tablo değil mi?
Ancak
şunun hakkını da vermek lazım. Kanuni külliyatında TiKA tarafından başlatıldığı
söylenen tamir ve tadilat projesi inşallah duyumla kalmaz. Türk Milletine layık
eski coğrafyamız da ki ecdat mekanlarının ihyası gittikçe millilik göstergesi
gelişen Türkiye Cumhuriyeti yönetimlerini iyice sarar. En az komşumuz İran
devleti nin o bölgelerde ki varlığı kadar Türk Devleti de olmalıdır. Öncelikli olarak Selçuklu Türk varlığı olan
kültürel mirasları yeniden inşa için gayret gösterilmelidir.
Peygamber
Efendimizin hanımlarında Hz. Habibe ve Hz. Ümmügülsüm analarımızın mekanını
ziyaret ettik. İranlı kafilelerle gelen
insanları hemen her yerde belirgin ve diri olarak görmek mümkün.
Mihmandarımız onların psikolojik doğasından etkilenmiş olmalı ki bu iki
anamızla aynı mekanı paylaşan Hz. Muaviye
den hiç ismen bile bahsetmeden oradan ayrılmamız bana göre yersiz bir tavır
oldu. Bilahare araçlarımıza binince biraz da espiri bir dille durumu gezi
sakinlerine anlattım. Mihmandarın “İranlı turistler den esirgemek için size
bahsetmedim, adamlar Muaviye ismini duyması halinde taş yağmuruna tutuyorlar”
gibi mazereti ne kadar gerçekçi, bilmediğimiz için ürpererek inandık.
En önemli
kazanımlarımızdan biri de Endülüs den doğan İbn-i Rüşd gibi bir filozofun Rahle-i
tedrisatında yetişen, haç farizesi için ön Asya ya intikal eden ve bir daha
Endülüs’e dönme fırsatı bulamadan, değişik mekanlarda bulunduktan sonra Şam’da
vefat eden büyük alim ve mutasavvuf Muhyiddin Arabi nin mezarını ziyaret ettik.
Kendisine İbn-ül Arabi de denilen bu bilge kişinin, ilmiye sınıfı olarak
şöhreti, halen İslam ülkelerinde yaşamaktadır.
Tevafuk
oldu da diyebilirim benim için. Şu an itibariyle basımı beklenen “En Uzun Gün”
isimli romanım da kendisini çok önemli bir göreve mamur ettim, haddim
olmayarak. Çünkü İbn-ül Arabi, I.Alaattin Keykubat döneminin en önemli bilge
kişiliğiyle öne çıkarttığı bir şahsiyettir. Kendine ait varoluşçuluk ve ALLAH
ilişkisi noktasında ki düşünce hayatıyla meşhur o dönemin Konya kadısı
Sadrettin Konevi yi bile etkilemesi ve günümüze kadar gelen bir düşünce
sistematiği oluşturmasıyla saygınlığını bir daha artırır. Orjinal fikirlerin sahibi olmuştur.
I.Alaaddin Keykubat dönemi Anadolu da Türk Hakimiyeti apayrı bir özelliğe sahip
olmuşsa, bunda yine Sultan’ın ilmiye sınıfına çok değer vermesi ve Konya da toplaması
en önemli faktördür.
Yine büyük
Türk filozofu İbn-i Sina nın ifade ettiği “ilim ve sanat ilgi ve iltifat
görmediği yerden göç eder” deyişine uygun olan “ilgi ve iltifat” I.Aladdin Keykubat zamanında noksansız
uygulanmıştır. Bunun gereği olarak Muhiddin Arabi Konyayı başkent yapan Selçuklu
devletin de Sultana yakın olarak 4-5 yıl kaldığı tarihi kaynaklar da bahsi olur.
İşte “En
Uzun Gün” romanında sonra makamını
ziyaret etmem tamamen nasip meselesidir. Diğer ziyaretçi arkadaşlarımdan farklı
olarak şahsımı ilgilendiren bu etkenden ötürü halet-i ruhiyem de farklı idi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder